Getting your Trinity Audio player ready...
|
(Metis Yayınları, 2024, Çev. Özlem Özarpacı, 297 s.)
Antony Loewenstein’in The Palestine Laboratory: How Israel Exports the Technology of Occupation Around the World adlı kitabı, 2024’te Metis Yayınları tarafından Filistin Laboratuvarı: İsrail İşgal Teknolojilerini Dünyaya Nasıl İhraç Ediyor başlığıyla yayımlandı (çev. Özlem Özarpacı, 297 s.). Kitabı elime alır almaz dikkatimi çeken ilk şey başlığı oldu. “Laboratuvar” metaforu, sayfalar ilerledikçe tahminimden çok daha ağır ve sarsıcı bir anlam kazandı; çünkü Loewenstein, İsrail’in Filistin’i işgal teknolojilerinin denendiği bir sahaya, Filistinlileri ise bu deneyin zorunlu deneklerine dönüştürdüğünü çarpıcı biçimde ortaya koyuyordu.
Yazar, gazetecilik deneyimiyle Filistin’de gözlemlediklerini samimi ve kanıtlı bir dille aktarıyor. Kitabın en çarpıcı tespitlerinden biri, İsrail’in Filistin topraklarını bir deney alanı, Filistinlileri ise yeni silah ve gözetim teknolojilerini test etmek için kullanılan denekler olarak görmesi. Bu üslup, kitabın tümünde yankı buluyor.
Loewenstein’in kendine dair itirafları da metne farklı bir ağırlık katıyor. Yahudi kökeni ve Avustralya’daki yetişme ortamı üzerinden ailesinin Siyonizmle ilişkisini anlattığı pasajlar hem kişisel hem de politik bir arka plan sunuyor. Onun şu sözleri bunu netleştiriyor:
Siyonist görüşün hâkim olduğu liberal bir ailede yetiştim… Hem annemin hem de babamın ebeveynleri 1939 yılında Nazi Almanya ve Avusturya’dan kaçarak Avustralya’ya iltica etmişlerdi…” (s. 17).
Kitap, İsrail’in kendisini nasıl konumlandırdığına dair tarihsel bir çerçeve de sunuyor. Loewenstein’in aktardığına göre İsrail, “Ortadoğu’daki yabani Müslümanlar içindeki medeni ülke” (s. 49) imajını taşıyor; bu imajın köklerinden biri de Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl’in İsrail’i “Asya’ya karşı Avrupa’nın koruyucu hattı” olarak düşünmüş olması. Bu söylem, işgal politikalarının sadece güvenlik kaygılarıyla değil, aynı zamanda “Batı medeniyetinin ileri karakolu” olma iddiasıyla da meşrulaştırıldığını gösteriyor.
Kitap yedi tema üzerinden ilerliyor: isteyen herkese silah satışı; 11 Eylül’den kârlı çıkanlar; barışa engel; İsrail işgali dünyaya nasıl satılıyor; İsrail tahakkümünün bitmeyen cazibesi; İsrail kitle gözetim teknolojisi telefonumuzun içinde; sosyal medya şirketleri Filistinlilerden hoşlanmıyor.
Birinci bölümde Loewenstein, İsrail’in hem iç hem de dış meselelerde zorlanan, otoriter veya diktatoryal eğilimdeki ülkelere —özellikle Afrika, Güney Amerika ve Ortadoğu’daki rejimlere— nasıl silah ve gözetim teçhizatları sattığını ayrıntılarıyla anlatıyor. Yazar; işkence, tecavüz ve sistematik zulme dair tanıklıkları, belgeleri ve mağdur anlatılarını okuyucuya aktarırken insanî vicdanda büyük bir sarsıntı yaratıyor. Bölümün sonlarına doğru açıklanan kanıtlar, İsrail’in özellikle Lübnan’ı hedef almasının arkasındaki niyeti de ortaya koyuyor: Filistin’in coğrafi sınırlarına dair belge, dosya ve tanıkların yer aldığı ofisleri, kişileri ortadan kaldırmak. Bu tespit, kitabın yalnızca askeri-teknolojik bir eleştiri olmadığını; aynı zamanda hafızaya, arşivlere ve siyasal varlığa yönelik bir saldırıya işaret ettiğini gösteriyor.
Metin boyunca Loewenstein’in tespitleri sadece onun gözlemleri değil; Yahudi ve Filistinli tanıkların ifadeleri, resmi ve gayriresmî belgelerle destekleniyor. Bu yüzden kitap, hem saha gazeteciliği örneği hem de küresel bir eleştirel analiz niteliğinde.
Birinci bölümde İsrail’in silah satışları ve diktatör rejimlere verdiği destekle yüzleşiyoruz. İkinci bölümde ise 11 Eylül saldırılarının ardından açılan yeni dönemi görüyoruz. Loewenstein’in anlattıklarına göre İsrail, bu tarihi bir “fırsat” olarak değerlendirmiş. Silah ticareti, siber güvenlik, gözetim teknolojileri ve yapay zekâ gibi alanlarda hızla ilerleyerek iç karışıklığı olan ülkelerle gizli anlaşmalar yaptı. Bu anlaşmaların temelinde ise neoliberal bir anlayış vardı: tek amaç olabildiğince çok kazanç elde etmekti.
Yazar, İsrail’in reel politik yaklaşımını şöyle özetliyor: ahlâkî değerler, uluslararası hukuk ve insan hakları gözetilmiyor; sadece maddi çıkar ön planda tutuluyor. İhalar, casus yazılımlar, tüfekler, cep telefonları için izleme sistemleri ve askeri eğitimler İsrail’in küresel pazarında başlıca gelir kalemleri haline geliyor. Burma’dan Sri Lanka’ya, Arakan’dan Ruanda’ya kadar birçok bölgede yaşanan katliamların arka planında İsrail’in sağladığı askeri eğitim ve teçhizat desteği olduğuna dair çarpıcı örnekler veriliyor.
Loewenstein bu zihniyetin sembol ismi olarak Netanyahu’yu öne çıkarıyor:
Netanyahu işte bu tür bir zihniyetle on yıldan uzun zamandır İsrail’in silah, gözetim ve siber teçhizat konusundaki uzmanlığıyla dünyanın önde gelen teknoloji geliştiricilerinden biri olması için uğraşıyor. (s. 71)
Fakat kitabın başından sonuna tekrar tekrar vurgulanan gerçek değişmiyor: Bu teknolojilerin hepsi önce Filistinliler üzerinde test ediliyor. Filistinlilerin geçmek zorunda kaldıkları kontrol noktaları, yüz tanıma sistemleri, biyometrik veriler ve sürekli gözetim, bu teknolojilerin ilk uygulama alanı oluyor (s. 81). Üstelik bu gözetim çoğu zaman özel şirketlere devrediliyor; uygulayıcılar ise asker kökenli, sert yöntemlerle hareket eden kişiler.
Haaretz yazarı Gideon Levy’den aktarılan şu sözler, İsrail’in işgal teknolojisinin gündelik hayatı nasıl istilâ ettiğini gözler önüne seriyor:
İnsanlara işkence ediyor, yaşamlarıyla oyun oynuyor, kendi çıkarları için insanların zaaflarından faydalanıyor, her tür insan hakları ihlalinde bulunuyor. Filistinlilere insan muamelesi yapmıyor, halkı gece gündüz gözetliyor, çocukların odaları dahil evlerini, yatak odalarını yağmalıyor, iç çamaşırı renklerine kadar biliyor.(s. 87)
Loewenstein’e göre İsrail, 11 Eylül sonrasını “işgali paraya çevirme imkânı” (s. 77) olarak gördü. Ve Filistin, bu gözetim, işkence ve teknolojik testlerin uygulama alanı, yani “laboratuvarı” haline geldi.
İkinci bölümün analitik alanından sonra üçüncü bölüm, “Barışa Engel”, kitabın propagandistik ve iletişim boyutunu ortaya koyuyor. Loewenstein burada İsrail’in sosyal medyayı nasıl kendi savaş politikalarını meşrulaştırmak ve işgali görünmez kılmak için kullandığını detaylandırıyor. Yazarın vurguladığı gibi, bugün Filistin halkı “en yeni teknolojilerin ve tekniklerin denendiği zoraki bir denetim deneyinin içinde yaşıyor.” (s. 95). Gazze, yazarın deyişiyle üzerinde hakimiyet kurmak istenen bir laboratuvar; dört tarafı duvarlarla çevrili, “terörist” olarak damgalanan bir hapishane olarak Batılı değerlerle sosyal medya üzerinden servis ediliyor — katil böylece suçunu mazluma yıkıyor.
Loewenstein, amaçlanan stratejiyi net bir dille özetliyor: “Ya Arapları ortadan kaldır ya da mümkün değilse, onları başka bir yerde daha iyi bir yaşam umuduyla kendi seçimleriyle göç etmeye zorlayacak bir eşitsizlik yarat.” (s. 92). Sosyal medya bu stratejide sadece bir yayım aracı değil; aynı zamanda “işgali idame ettirmek üzere Yahudilerin yaşadığı travmayı silah olarak kullanmak” için dizayn edilmiş bir mecra olarak kullanılıyor (s. 97).
Bunun somut sonucu da ürkütücü: İsrail’in geliştirdiği savunma, gözetim ve saldırı teknolojileri uluslararası pazarda “Gazzedeki savaşta test edilmiştir” tesciliyle satılıyor (s. 102). Yazar, bu teknolojilerin başlıca alıcıları arasında ABD, Kanada, Almanya, Britanya, Avustralya ve Rusya’yı sayıyor. Öte yandan bu araçlar insanî olmayan, insanı nesneleştiren biçimlerde kullanılıyor; casus yazılımlar, istihbarat takibi ve şantaj mekanizmalarıyla Filistinliler sindiriliyor — cinsel yönelim, borç, ilişkiler gibi özel zaaflar üzerinden tehdit ve manipülasyon yaygın hale geliyor.
Ve ironik ama trajik bir not: pandemi döneminde geliştirilen teknoloji ve verile yararlı olabilecek uygulamalar dahi, Loewenstein’e göre, yeni deneyler için Filistinlileri hedef alan bir alan olarak kullanılmış; Covid-19 bağlamında dahi Filistinliler “denek” konumunda görülmüş.
Üçüncü bölümde sosyal medya üzerinden yürütülen yok etme stratejisini gördükten sonra, dördüncü bölüm İsrail’in işgal metodunu nasıl küresel bir teknoloji ve ticaret ağına dönüştürdüğünü gözler önüne seriyor. Loewenstein, özellikle Avrupa Birliği ülkelerinin bu sisteme nasıl razı olduğunu örneklerle aktarıyor.
Denizde fırtınalarda ölüme terk edilen mülteciler, bu gözetim sistemlerinin gözleri önünde yok oluyor; Avrupa, onları izlemekle yetiniyor. İsrail’in sattığı gözetim teknolojileri, sınır güvenliği adı altında mültecilerin hareketlerini anbean takip etmek için kullanılıyor. Hatta mültecilerin cep telefonlarına sızabilen casus yazılımlar sayesinde mesaj, mail ve konum bilgilerine erişiliyor; böylece gözetim mutlak ve sürekli hale geliyor.
Loewenstein, Avrupa’ya geçişlerde kilit ülke olan Yunanistan’ın bu alanda İsrail’le ciddi teknoloji anlaşmaları yaptığını, sınır yönetimini İsrail destekli gözetim ağıyla yürüttüğünü vurguluyor. Bu noktada ABD’nin yanında İsrail’in uluslararası onay için en çok ihtiyaç duyduğu ülkenin Almanya olduğuna da işaret ediliyor. Yazar, Almanya’nın, Yahudi soykırımının kefaretini ödemek adına Filistin’deki soykırımı görmezden geldiğini ve bu politikayı aktif şekilde sürdürdüğünü ileri sürüyor.
Bölümün özünü en çarpıcı şekilde yansıtan cümle ise şu:
Savaş adeta bir cehennem ama çok da kârlı olduğuna şüphe yok. (s. 142)
Beşinci Bölüm olan “İsrail Tahakkümünün Bitmeyen Cazibesi”ndeİsrail’in uluslararası ilişkilerindeki tahakküm biçimleri ve bu tahakkümün küresel ölçekte neden hâlâ cazibesini koruduğu tartışılmaktadır. Yazar, özellikle Güney Afrika ile İsrail ilişkilerini ele alarak, beyaz olmayan çoğunluğa rağmen otoriter yönetimlerle şekillenen iki ülkenin “kader ortaklığına” dikkat çeker. Güney Afrika’nın son yıllarda İsrail ile gizli silah ve teknoloji anlaşmaları yaptığı aktarılır. İsrail’in Afrika ülkelerine yoğun biçimde silah sattığı belirtilirken, bu ilişkinin yalnızca ekonomik kazançla sınırlı olmadığı, aynı zamanda “istenmeyen topluluklara nasıl muamele edileceğine dair ideolojik bir yakınlığı” da içerdiği ifade edilir (s. 148). Bu bağlamda, İsrail’in Filistin politikası ile Güney Afrika’nın bantustan yaklaşımı arasında güçlü benzerlikler bulunduğu vurgulanır.
Yazar, ABD, AB, Avustralya ve İsrail’in geliştirdiği bu kontrol sistemlerinin yalnızca güvenlik stratejileri olmadığını, aynı zamanda ekonomik kazanç yöntemleri olduğunu, dünya gelirinin beşte dördünün bu ülkelerin elinde toplanmasını da sağladığını ileri sürer.
Bölümün devamında, Hindistan’ın Keşmir meselesinde İsrail ile kurduğu askeri ve diplomatik ilişkiler incelenir. Hindistan’ın, İsrail modelini örnek alarak Müslüman nüfusu baskı, sürgün, zorla göç ettirme ve öldürme politikalarıyla sindirip yerine Hindu nüfus yerleştirmeyi hedeflediği dile getirilir. Çin’in de Uygurlar üzerinde benzer uygulamalar yürüttüğü, bu süreçte İsrail’den gözetim teknolojileri konusunda destek aldığı aktarılır.
Yazar ayrıca, İsrail’in uluslararası insan hakları komisyonlarındaki sessizliğine dikkat çeker. İsrail’in, başka ülkelerdeki baskı, gözetim ve hak ihlallerine karşı olumsuz bir tutum sergilememesinin sebebi, Filistinlilere benzer muameleyi bizzat kendisinin uygulamasıdır. Bunun yanında, ABD-Meksika sınırındaki gözetim sistemlerinin İsrail pazarına dayandığı, bu sistemlerin binlerce insanı izlemekle birlikte ölümleri “değersiz” kılan bir bakış açısını da beslediği belirtilir.
Altıncı bölüm, İsrail’in güvenlik endüstrisinin dijital uzantılarını ele almakta ve özellikle NSO Group tarafından geliştirilen Pegasus casus yazılımını merkezine almaktadır. Pegasus yalnızca bir gözetleme aracı değil, aynı zamanda modern çağın en tehlikeli “siber silahlarından biri” olarak tanımlanmaktadır (s. 180). Bu yazılım, cep telefonlarına sızarak mesajlara, e-postalara, konum bilgilerine ve özel konuşmalara erişebilmekte; kişilerin günlük yaşamlarını anlık biçimde takip edebilmektedir.
Meksika örneği, Pegasus’un en çarpıcı şekilde kötüye kullanımına sahne olmuştur: gazeteciler bu yazılımla gözetlenmiş, bir kısmı susturulmuş ve öldürülmüştür. Pegasus’un farklı versiyonları arasında Phantom adıyla anılan yazılım, ABD tarafından kullanılmıştır.
Yazar, Pegasus’un Suudi Arabistan ile ilişkili kullanımını özellikle öne çıkarır. İstanbul’da işlenen Cemal Kaşıkçı cinayetinde, bu casus programlarla ulaşılan mesajların belirleyici bir rol oynadığı iddia edilir. İsrail’in Suudi Arabistan ile yakınlığı, yalnızca ticari kazanç değil, aynı zamanda İran’a karşı ortak stratejik çıkarların ürünü olarak değerlendirilir.
Pegasus, yalnızca Suudi Arabistan ve Meksika’da değil; Togo, Macaristan, Birleşik Arap Emirlikleri, Polonya, El Salvador, Hindistan gibi ülkelerde de muhalifleri bastırmak için bir araç hâline gelmiştir. NSO Group ise her defasında İsrail devletinden bağımsız olduğunu vurgulayarak insan hakları ihlallerini reddetmektedir.
Yazar, bir profesörün değerlendirmesine atıfta bulunarak bu gözetim biçimini, “günümüzde dünyayı ulus-aşırı bir gangster sınıfının yönettiği” (s. 198) sözleriyle tarif eder.
NSO dışında başka İsrailli şirketler de benzer faaliyetlerde bulunmaktadır. Cellebrite, gözetim ve veri ihlali faaliyetlerini özellikle Botsvana, Vietnam, Bangladeş, Uganda, ABD, Etiyopya, Rusya, Belarus, Endonezya, Çin, Suudi Arabistan ve Venezuela gibi ülkelerde yürütmektedir.
Bunlara ek olarak, Psy-Group ve Black Cube gibi şirketler de incelenir. Bu şirketler, adeta “sanal dedektif” gibi çalışarak bireyler ve kurumlar üzerinde kapsamlı casusluk faaliyetleri yürütmekte, kişisel bilgileri manipülasyon, şantaj ve baskı aracı olarak kullanmaktadır. Bu yapılar, İsrail’in gözetim endüstrisinin devlet ötesi, daha karanlık ve “gizli operasyon” boyutunu temsil etmektedir.
Kitabın son bölümü, Filistin’in yalnızca fiziki olarak değil, aynı zamanda dijital dünyada da görünmez kılındığını gözler önüne seriyor. Özellikle harita uygulamaları dikkat çekiyor: Google Maps ve Apple Maps gibi milyarlarca kullanıcıya sahip platformlarda Filistin’in bağımsız bir devlet olarak gösterilmediği, çoğu zaman yalnızca “İsrail” etiketinin baskın biçimde sunulduğu aktarılıyor. Bu durum, bir tür dijital coğrafi silme pratiği olarak okunuyor.
Yazar, bununla da sınırlı kalmayarak YouTube, Twitter, Instagram ve TikTok gibi uygulamalarda Filistinlilerin yaşadıkları işgal koşullarına dair paylaşımların sistematik biçimde sansürlendiğini vurguluyor. Buna karşın İsrail yanlısı içeriklerin dolaşıma girmesinde herhangi bir sınırlama olmadığına dikkat çekiyor. Bu noktada Loewenstein, söz konusu platformların “dijital oryantalizm” (s. 228) sergilediğini belirtiyor. Batı merkezli sosyal medya şirketleri, oryantalist bakış açısını sanal dünyada yeniden üreterek, Filistinlilerin sesini kısmakta ve İsrail’in söylemlerini meşrulaştırmaktadır.
Özellikle Facebook’un ikiyüzlü tavrı kitabın en sert eleştirilerinden biri. Yazar, Facebook’un İsrail vahşetine dair paylaşımları kısıtlarken, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırılarında Rusya karşıtı içeriklere destek verdiğini aktarıyor. Bu durum, sosyal medya devlerinin ikili standartlarını ve küresel siyasetteki tarafgirliğini açıkça ortaya koyuyor.
Bölümün ve kitabın kapanışı ise şu güçlü cümleyle yapılıyor:
Farklı farklı platformlarda iletişim kurmanın yolları bulunmadan ve Facebook, Google ve diğer büyük teknoloji firmalarının gizlice belirlediği taraflı kurallar reddedilmeden, Filistinlilerin ve diğer dışlanmış grupların adalete veya adil erişim hakkına kavuşması mümkün olmayacak” (s. 238).
Antony Loewenstein’in Filistin Laboratuvarı, İsrail’in işgal politikalarını yalnızca bölgesel bir mesele olarak değil, küresel bir endüstri ve ideolojik ihracat biçimi olarak okura sunuyor. Kitap, tanıklıklar, belgeler ve alıntılarla desteklenmiş güçlü bir araştırma niteliği taşıyor. En çarpıcı yanı, İsrail’in Filistinliler üzerinde denediği işgal teknolojilerini dünya çapında otoriter rejimlere ihraç etmesinin, insan hakları ihlallerini küresel ölçekte “normalleştirdiğini” göstermesi.
Benim açımdan bu kitap, Filistin direnişinin ne kadar yalnız bırakıldığını bir kez daha hatırlatıyor. Filistinlilerin acı dolu hikâyesi, yalnızca bir coğrafyanın dramı değil; dünyanın gözü önünde işlenen bir insanlık suçunun hikâyesi. Loewenstein’in ortaya koyduğu gerçekler, işgalin teknolojiyle nasıl küreselleştiğini gösterirken, bize de şu soruyu sorduruyor: Dünyanın en gelişmiş gözetim sistemleri bile bir halkın özgürlük umudunu susturabilir mi?
No Comments