|
Getting your Trinity Audio player ready...
|
Son yıllarda Türkiye’de meydana gelen kriminal olayların sosyal medyada ele alınış biçimi, yalnızca hukuksal veya ahlaki bir tartışmanın değil, aynı zamanda kültürel ve politik bir savaş alanının göstergesidir. Her yeni suç vakası —faili veya mağduru belirli etnik ya da göçmen kimliklerden biri olduğunda— hızla ırksallaştırılmış bir anlatıya dönüşmektedir.
Bu dönüşüm, post-truth çağının en belirgin özelliğiyle, yani algının gerçekliğin yerine geçmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Gerçeğin, doğrulanabilir bilgiyle değil, duygusal bağlılık, kimlik aidiyeti ve politik pozisyonlanma üzerinden şekillendiği bir medya düzeninde, “anlamak” neredeyse yasaklanmış bir eylem haline gelir. Olayların nedenlerini sosyo-ekonomik veya psikolojik zeminde çözümlemeye çalışan her girişim, “suçu aklama”, “ihanet”, ya da “ülke düşmanlığı” gibi etiketlerle bastırılır. Bu olgu, yalnızca Türkiye’ye özgü bir medya pratiği değil, küresel düzeyde demokratik gerilemenin ve “duygusal kamusallık”ın yükselişinin bir parçasıdır. Dijital platformların algoritmik yapısı, kullanıcıyı duygusal yoğunluğu yüksek içeriklere yönlendirerek, rasyonel tartışmayı duygusal tepkiselliğe dönüştürür. Böylece “hakikat sonrası toplum” (post-truth society) bireyin değil, duygusal toplulukların hâkimiyetine sahne olur. Türkiye’de bu süreç, kimliksel kutuplaşmanın dijital hızlandırıcısı olarak işler: bir olayın faili “bizden değilse” anlamaya çalışmak gereksiz, hatta sakıncalı hale gelir.
Hawkins (1995)1 belirttiği gibi, suçun toplumsal olarak inşasında ırk kategorileri tarihsel bir rol oynar; ırk, suçun açıklayıcı değişkeni değil, suç anlatısının ideolojik taşıyıcısıdır (s. 23).
Türkiye’de bu ideolojik taşıyıcılık, özellikle sosyal medya ve televizyon haberleri aracılığıyla yeniden üretilmektedir. Bir suç vakası işlendiğinde —örneğin failin Suriyeli, Afgan, Kürt veya Roman olduğu iddia edildiğinde— mesele yargısal süreçten çok “kültürel alarm” düzeyine taşınır.
Bu noktada suç, bireysel bir eylem olmaktan çıkar; ırksal bir temsil alanına dönüşür. Hurwitz ve Peffley (1997)2 vurguladığı gibi, medya “ırksal stereotipleri politik manipülasyonun meşru araçları haline getirir” (s. 379). Türkiye’de bu manipülasyon, “biz” ve “onlar” ayrımını keskinleştirerek suçun politik sermayeye dönüştürülmesini sağlar.
Kriminal olayların bu şekilde politize edilmesi, yalnızca medyanın ideolojik yönelimlerinden değil, aynı zamanda “görsel kanıt kültürü”nün yükselişinden de kaynaklanır. Sosyal medya kullanıcıları, olaylara ilişkin kısa videoları veya manipüle edilmiş görüntüleri “hakikatin kendisi” olarak paylaşmakta, böylece yargısal sürecin yerini kamu linçi almaktadır. Bu durum, Garland (2001)3’ın “kültürel cezalandırma” kavramını hatırlatır: toplum, adaletin işleyişine sabır göstermek yerine, anlık duygusal tepkilerle failin kimliğine saldırır. Türkiye’de, etnik kimlik bu saldırının merkezindedir.
Post-truth döneminde bilgi, inançtan daha az etkili hale gelmiştir. Gerçeğin yerini duygusal aidiyetin aldığı bu ortamda, suçun nesnel çözümlemesi, ideolojik bağlılığın tehdidi olarak görülür. Artık mesele “suç neden işlendi?” sorusu değil, “suçu kim işledi?” sorusudur.
Suçun Irksallaştırılması ve Kültürel Sermaye Dinamikleri
Bourdieu (1986)5’nün kültürel sermaye kavramı, Türkiye’deki bu söylem yapısını çözümlemek için son derece işlevseldir. Göçmenler, Kürtler veya alt sınıflar, genellikle kültürel sermayesi “düşük” gruplar olarak tanımlanır. Bu algı, suçla ilişkilendirildiklerinde toplumsal damgalamayı kolaylaştırır. Gabbidon ve Greene (2024)6 bu konuda açık bir saptamada bulunur: “Irksal gruplar hakkındaki suç söylemi, yalnızca adalet sisteminde değil, kültürel üretim mekanizmalarında da yeniden üretilir” (s. 114). Türkiye’de sosyal medya, bu kültürel üretimin yeni mekânıdır.
Yusef ve Yusef (2017)7, kriminolojinin tarihsel gelişiminde “ırkın kriminalizasyonunun, ulusal güvenlik söylemleriyle iç içe geçtiğini” belirtir (s. 283).
Türkiye’deki supranasyonalist dijital ağlar da benzer biçimde çalışır: ulusal kimliği “tehdit altındaki bir üstünlük” olarak kurgular ve bu tehdit söylemini sosyal medya aracılığıyla sürekli besler.
Twitter (X), YouTube, TikTok gibi platformlarda “ülkesini savunan” milliyetçi hesaplar, kriminal vakaları ulusal onurun ihlali olarak yorumlar. Bu yorum biçimi, rasyonel yargısal süreci gölgede bırakır; suçun nedeni veya adaleti yerine “öteki”nin kimliği ve kökeni ön plana çıkar. Böylece, adalet yerini duygusal tatmine bırakır — post-truth çağının en belirgin özelliği budur.
Bu dijital milliyetçilik biçimi, klasik milliyetçilikten farklı olarak sınırları aşan, “ağ tabanlı” bir harekettir. Ulusal aidiyet, artık yalnızca bir ülkenin vatandaşlık bağıyla değil, sanal toplulukların oluşturduğu duygusal rezonansla tanımlanır. Bu nedenle supranasyonalist ağlar, hem devlet aygıtının söylemini destekler hem de ondan bağımsız şekilde “dijital milis” mantığıyla hareket eder. Özellikle göçmen karşıtı kampanyalarda görülen koordineli hashtag hareketleri, bu yeni milliyetçiliğin örgütlü yapısına örnektir. Bu söylemler, yalnızca bireysel önyargılardan değil, medya ekonomisinin dikkat ekonomisi mantığından da beslenir.
Hawkins’in (1995) işaret ettiği üzere, “ırk ve suç temalı anlatılar, medya izleyicisinin ilgisini diri tutmak için dramatik biçimde kurgulanır”(s. 36).
Türkiye’de de suçun ırksallaştırılması, medyanın hem klik ekonomisi hem de politik konumlanması açısından avantaj sağlar. Sonuçta toplumsal tartışma “adalet nasıl sağlanır?” değil, “kim suçludur?” etrafında döner. Gerçek, raf kaldırılır; yerini duygusal tepkisellik, kimliksel öfke ve sembolik linç alır.
Bu durum, medyanın politik ekonomiyle iç içe geçmiş doğasının bir sonucudur. Dijital platformlar, tıklanma oranlarını artırmak için “ötekileştirici başlıklar”ı teşvik ederken, geleneksel medya da politik kutupların ekonomik desteğini korumak için bu dili sürdürür. Gerçekliğin “raf kaldırılması”, aslında sermaye odaklı bir seçiciliktir: hangi hikâyenin anlatılacağı, kimin suçlu, kimin kurban olarak temsil edileceği piyasa değerine göre belirlenir. Böylece hakikat, yalnızca politik değil, ekonomik bir metaya dönüşür.
Türkiye’de sosyal medya, yalnızca fikirlerin değil, ötekileştirme biçimlerinin de hızla dolaşıma girdiği bir alandır. “Malum ırk”, “keko”, “Suriyeli”, “Afgan” gibi söylemler, birer hakaret değil; yapısal olarak inşa edilmiş ırksal göstergelerdir. Bu göstergeler aracılığıyla kültürel, etnik ve sınıfsal ötekiler sistematik biçimde kriminalize edilir.
Anlamanın yasaklanması” ifadesi, bu sürecin en çarpıcı özeti gibidir: anlamak, artık yalnızca zor değil, politik olarak istenmeyen bir eylemdir. Böylece suçun çözümlemesi, adaletin tesisi değil; ırk, aidiyet ve ulusal kimliğin korunması retoriği etrafında şekillenir. Bu süreçte en çok zarar gören, toplumsal empati ve hukukun meşruiyetidir. Adaletin yerini “toplumsal hisler” aldığında, yargı süreçleri siyasal linçle yer değiştirir. Empatinin ortadan kalktığı bu atmosferde, politik şiddet kaçınılmaz hale gelir: dijital nefret, sembolik şiddetten fiziksel saldırıya dönüşür. Dolayısıyla, “anlamanın yasaklanması” yalnızca düşünsel bir mesele değil, demokratik yaşamın sürdürülebilirliği açısından bir güvenlik sorunudur.
Kaynakça
- Bourdieu, P. (1986). The forms of capital. In J. Richardson (Ed.), Handbook of theory and research for the sociology of education (pp. 241–258). Greenwood. ↩
- Comack, E. (2004). The prison and the community: A sociological analysis of the criminalization of women. Fernwood Publishing. ↩
- Gabbidon, S. L., & Greene, H. T. (2024). Race and crime (6th ed.). SAGE Publications. ↩
- Garland, D. (2001). The culture of control: Crime and social order in contemporary society. University of Chicago Press. ↩
- Hawkins, D. F. (1995). Ethnicity, race, and crime: Perspectives across time and place. SUNY Press. ↩
- Hurwitz, J., & Peffley, M. (1997). Public perceptions of race and crime: The role of racial stereotypes. American Journal of Political Science, 41(2), 375–401. https://doi.org/10.2307/2111769 ↩
- Yusef, S., & Yusef, M. (2017). The racialization of criminality and the politics of national security. Journal of Race, Ethnicity and Politics, 2(2), 279–297. https://doi.org/10.1017/rep.2017.15 ↩


No Comments